Cumhuriyetimizin değer ve kazanımları, sadece laiklik, yargı, hukuk, halkın temsili, eğitim-müfredat, kadın-erkek eşitliği, seçme-seçilme hakkı, ifade özgürlüğü, kendi kendine yetebilme odaklı kalkınma modeli ve devlet menfaatlerinin gözetildiği dengeli dış politika gibi alanlarla sınırlı kalmamıştır.
Ulusun sağlığı da yeni Cumhuriyetimizin en büyük önceliklerinden biri olmuştur. Zaten bu yüzdendir ki, daha düzenli bir ordu bile kurulmadan, 1920’de TBMM’nin açılışından sadece 10 gün sonra, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı kurulmuştur.
Atatürk’ün 1 Mart 1922’deki “Sağlık ve sosyal yardım konusunda izlediğimiz amaç şudur: Ulusumuzun sağlığının korunması ve kuvvetlendirilmesi, ölüm oranlarının azaltılması, nüfusun artırılması, sosyal ve bulaşıcı hastalıkların etkisiz hale getirilmesi, bu suretle millet fertlerinin dinç ve çalışmaya yetenekli bir halde sağlığına kavuşturulması” sözleri, sağlık alanında belirlenen ulusal stratejiyi açıkça ortaya koymaktadır.
Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, öncelikle Osmanlı’dan kalan sağlık mirasını değerlendirebilmek için, “Türkiye’nin Sıhhi İçtimai Coğrafyası” adında bir dizi araştırma başlatmıştır. (1922’den başlayarak 16 yıl içinde, bu araştırmaları içeren 19 adet kitap bastırılmıştır.) Yani, önce durumun ayrıntılı bir tespiti yapılmış, sonra da harekete geçilmiştir.
Millî Mücadele yıllarında, kolera, tifüs, tifo, trahom, verem, sıtma, çiçek ve frengi gibi salgınlar Anadolu coğrafyasında oldukça yaygındı. Cumhuriyet kurulurken yeterli sayıda doktorun olmaması, ilaç ve hastane eksikliği nedeniyle, %85’i köylerde yaşayan nüfusun çoğunluğu hastaydı. Bu çerçevede, Türkiye’de yerli aşı üretimine 1920’de başlandı. Sivas Aşı Kurumu kuruldu; 1921’de 3 milyon kişilik çiçek aşısı üretebilen bu kurum, 1922’de üretimini 5 milyon kişiye çıkardı. Ayrıca 537 kg kolera, 477 kg tifo aşısı üretilerek halka uygulandı.
İstanbul, Sivas ve Diyarbakır’da bakteriyoloji, kimya laboratuvarı, aşı istasyonu ve kuduz tedavi merkezlerinden oluşan Hıfzıssıhha Kurumları, Urla ve Sinop’ta kuduz tedavi ve karantina merkezleri, Eskişehir ve Niğde’de tıbbi malzeme merkezleri kuruldu. 1924’te kabul edilen Köy Kanunu çerçevesinde, köylerde Köy Sağlık Korucusu bulundurma zorunluluğu getirildi ve seyyar hekimler en ücra noktadaki yerleşim merkezlerine binek hayvanlarıyla ulaştırıldı. (O zamanlar, köylerdeki muayenelerden ve hastalara verilen ilaçlardan hiçbir ücret alınmıyordu.)
1923 yılında ülkemizde sadece 86 hastane ve 344 doktor bulunuyordu. Aynı yıl hekimlere mecburi hizmet zorunluluğu getirilmiş, doktoru olmayan ilçelere de Hükümet tabipleri tayin edilmişti. Doktor sayısı, 1925’te 725’e, 1930’da 1.182’ye, 1935’te ise 1.625’e yükseltilmişti. 1923’te 86 olan hastane sayısı, 7 yıl içinde 182 hastaneye çıkarılmış, ayrıca Numune hastaneleri, Ruh ve Sinir Hastalıkları hastaneleriyle, Doğum ve Çocuk bakımevleri hizmete alınmıştı. 1924’ten başlanarak, hastane bulunmayan birçok il ve ilçede Muayene ve Tedavi Evi adıyla dispanserler kurulmuş, 1922’de 22 olan dispanser sayısı, 10 yıl içinde 339’a çıkarılmıştı.
1925’te Kızılay Hemşirelik Okulu açılmış; 1923-1948 yılları arasında, bilgilendirme amacıyla 700 bin afiş, 5 milyon broşür, 146 bin kitap ve dergi halka dağıtılmıştı. 1 Eylül 1925’te 1 Ulusal Tıp Kongresi düzenlenmiş, ülkenin sağlıkla ile ilgili tüm sorunları tartışmaya açılmış ve çözüm önerileri getirilmişti.
1928’te kurulan Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü, 10 yıl içinde, Çin’de başlayan kolera salgınına karşı aşı gönderebilecek duruma getirilmişti. (Anlaşılamayan nedenlerle, 2011 yılında kapatılmıştır.)
1930’da halk sağlığını devlet güvencesine altına alan Umumi Hıfzıssıhha Kanunu kabul edilmiş, 1936’da ise her seviyede sağlık personeli yetiştirmeye yönelik Hıfzıssıhha Okulu kurulmuştu.
Bu yıllarda, koruyucu hekimler için yüksek maaş politikası benimsenmiş, bu şekilde onların bu ulusal davaya emekleri taltif edilmiştir. (Mesela Trahom Teşkilatı Başkanın maaşı, milletvekili maaşının 3 katı seviyesine çıkarılmıştır.)
1925-1936 yılları arasında Sıtma enstitüsü ve Sıtma dispanserleri kurulmuş, 4 milyona yakın sıtma hastası tedavi edilmiştir. Ayrıca Frengi Mücadele Merkezleri kurularak, aynı yıllarda toplam 1 milyon kişiden fazla hasta iyileştirilmiştir. Birçok şehirde, Trahom hastane ve dispanserlerinin yanı sıra, ülke genelinde 25 Trahom okulu, ayrıca Verem Savaş dispanserleri ve 1924’te de Heybeliada Verem Sanatoryumu açılmıştır. (İlk BCG aşımız ise 1927’de uygulanmıştır.)
Özetle, bu kadar kısa sürede, yokluklara ve kısıtlı olanaklara rağmen, Cumhuriyetimizin sağlık devrimleri sayesinde halkımıza şifa dağıtılmış ve dünya çapında bir başarı öyküsü yazılmıştır.
Bugün, daha birkaç yıl öncesinde yabancı ülkelerden Covid-19 aşısı ithal edebilmeyi bir başarı hikayesi olarak sunanların, Kamu Özel İş Birliği projesi çerçevesinde inanılmaz maliyetlere neden olan şehir hastanelerinde verilen hizmeti inşaat boyutlarıyla değerlendirenlerin, koruyucu hekimliğin önemini
kavrayamamış olanlarla aşılara karşı hala mesafeli duranların, Cumhuriyet tarihimizden çıkarabilecekleri çok dersler olduğunu düşünüyorum. Bugün geldiğimiz noktada, 100 yıllık Cumhuriyetimizin daha ilk 20 yılı içinde, sistemin sağlıklı yürümesini sağlayacak her adımın atıldığını ve son derece sağlam temellere oturtulduğunu söyleyebilmek, Cumhuriyet tarihini az da olsa bilenler için bile yanlış olmayacaktır.