Bir Rejimin Kentle Savaşı: Kanal İstanbul

CHP İzmir Milletvekili Prof. Dr. Ümit Özlale halktv.com.tr için yazdı! Bir Rejimin Kentle Savaşı: Kanal İstanbul

KENTE KARŞI SUÇUN TARİHÇESİ

İstanbul’un talanı yeni değil. Bu kadim kent, her dönem başka bir “büyüme modelinin” günahını taşıdı. 1970’lere bakalım. Kırsaldan ucuz işgücü olarak sanayide çalışmaya gelen insanların gecekondu yapmasına göz yumuldu çünkü yaşam maliyeti ne kadar ucuz olursa ücretler üzerindeki baskı da o kadar az olacaktı. Sermaye sınıfı için maliyetleri düşürmenin en “pratik” yolu aynı zamanda siyasetçiler için de ekonomik ve siyasi bir rant alanı yaratıyordu. Kent planlaması değil; emlak rantı, geçici çözümler, siyasal kayırmalar ön plandaydı.

1980’lere gidelim. Denizden gelen rüzgârların şehri serinlettiği ve klima görevi gören doğal koridorlar, kıyılara sıralanan yüksek katlı beton duvarlarla tıkandı. Bu Çin Seddi benzeri yapılaşmalar, sadece rüzgârı değil, kamusal aklı da durdurdu. Siluet bozuldu, kamusal alanlar yok oldu, estetik yitim hızlandı.
Ama kuşkusuz en büyük kent suçları 1990’lı yılların ortalarından itibaren işlendi. Yıllar içinde İstanbul’un kuzey ormanları parçalandı, dikey mimari kenti boğdu, trafik içinden çıkılamaz hale geldi. Estetik, tarih ve doğayla bağını koparmış bir şehir üretildi. Üstelik bu yapılanlar sadece şiddetli bir kent suçu değil; doğrudan bir sermaye birikimi modeliydi.

YA AR-GE, YA ARSA: SERMAYE BİRİKİMİNİN TIKANDIĞI NOKTA

Türkiye ekonomisi birçok alanda önemli yapısal problemlerle boğuşuyor. Sanayide yüksek teknoloji üretemiyoruz, hizmetler sektörünün önemli bir bölümünde rekabeti ucuz işgücü üzerinde kurguluyoruz, tarımda verimsizlik probleminin bir türlü aşamadık. O zaman soru şu: Böyle bir ekonomide sermaye nerede birikir? Yanıt açık: arsa ve inşaatta…
Bütün sektörlerde kâr oranları düşerken, kentsel rant uzun süredir en güvenli liman. Çünkü bu model karın özelleştiği, riskin ve zararın kamusallaştığı bir yapıya sahip. Denetlenmeyen TOKİ, imar yetkileri, kamu bankası kredileri… Sermayenin rahat ettiği, toplumun boğulduğu bir yapı.

AKP burjuvazisi, yıllardır bu sistemin hem yaratıcısı hem de yararlanıcısı oldu. Çoğunlukla montaj sanayinin yan ürünlerine dayalı biçimde büyüyen bu grup zaman içinde ne finans kapitalin karmaşık yapısına entegre olabildi, ne de yüksek teknolojili üretime girebildi. Yüksek beşeri sermaye, uzun vadeli planlama isteyen bu sektörler AKP burjuvazisinin alışkın olduğu siyasal kısa yollarla uyuşmadı. İstisnalar var elbet. Mesela bankacılık ve finans sektörünü ele alalım. Sermaye piyasalarında spekülatif faaliyetlere girmeden, yüksek getiri sağlamak için teknolojiye ve insan kaynağına yatırım yapmak çok zahmetliydi. O yüzden AKP burjuvazisi borsa spekülasyonu dışında bu alana ilgi duymadı. Bankacılık sektöründe de kamu bankaları üzerinde kurdukları tahakkümle en iyi bildikleri imar rantına kaynak aktardılar. Uzunca bir süredir de kurumsallaşmasını tamamlamış ve Türkiye’nin yüz akı olmuş bir kuruma göz dikiyorlar. Bankacılık sektörünü bırakıp telekom sektörüne bakalım. Türk Telekom özelleştirmesi ve Turkcell’in geçirdiği dönüşüm nasıl bir AKP burjuvazisi ile karşı karşıya olduğumuzu en iyi yansıtan örnekler.

O yüzden AKP burjuvazisi için arsa geliştirmek, imar değişikliğiyle zenginleşmek, kamu mülklerini özelleştirmek hep cazip oldu. Çünkü kolaydı, risksizdi ve çok karlıydı.
Sermayenin biriktiği ya da dışarıdan geldiği başka alanlar da oldu elbet. Güvenlik bürokrasisini yanına alan bu grup için illegal ve gri alanlar da bir sermaye birikim modeli haline geldi. Uyuşturucu, silah ticareti, kayıt dışı sermaye akışı… Bugün tüm bunlar, “görmezden gelinen” alanlar olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle “ne idüğü belirsiz” yabancı sermayenin gayrimenkul, kripto ya da sahte yatırım paketleriyle ülkeye girişine artık sistematik olarak alan açılıyor.

Bu ortamda tasarruf açığı olan ülkeye doğrudan yabancı yatırım gelir mi? Hukukun keyfi olduğu, insanın profesör olarak uyanıp lise mezunu olarak günü kapattığı bir ülkede ne sanayiye ne de hizmet sektörüne yatırım gelir. Peki bu durumda AKP, bir yandan kendi sermaye grubunu palazlandırırken öte yandan yabancı yatırımcıya ne önerebilir? Cevabı basit: Toprak ve bu ülkenin geleceği.

SON NEFESİN EN GÜÇLÜ ÇIRPINIŞI: KANAL İSTANBUL

Ben Kanal İstanbul’u, siyaseten son nefesini vermek üzere olan bir anlayışın, son, öfkeli ve en yıkıcı çırpınışına benzetiyorum. Bu bir proje değil; bir çöküş anında vurulan son büyük darbeye benziyor. Artık ne ikna etmekle, ne ittifak kurmakla, ne de yönetişimle devam edebilecek bir iktidar anlayışı kaldı. Geriye kalan tek refleks, nefes alabilmek için halkın ciğerini boşaltmak.
Kanal İstanbul’un yaratacağı yeni yerleşim alanlarıyla imar haritası yeniden çizilecek, tarım alanları ve su havzaları yok olacak, İstanbul’un doğal dengesi kırılacak. Montrö’nün devre dışı bırakılmasıyla Türkiye’nin jeopolitik istikrarı da sarsılacak.
Tüm bu yıkımın arkasında yatan neden çok basit: Bu rejim artık nefes alamıyor. Nefes alamadıkça da öfkeleniyor, son bir çabayla etrafını yıkıp döküyor.

TOPRAĞA GÖMEN DEĞİL, GELECEĞİ KURAN BİR SİYASET

Oysa başka bir yol mümkün.
İstanbul’un ihtiyacı olan şey Kanal değil; yeşil koridorlar.
Beton değil; planlı kentleşme.
Rant değil; kamusal adalet.
Geçici büyüme değil; sürdürülebilir kalkınma.
Kanal İstanbul’a karşı çıkmak, yalnızca bir çevre mücadelesi değil; bu ülkenin sermaye rejimine, siyasi kültürüne ve geleceksizliğine karşı çıkmaktır.
Bugün bir kanal değil, bir gelecek kazmalıyız. Bu toprak artık sermayeye nefes, halka mezar olmamalı.

Türkiye Haberleri