Aytun Aktan yazdı: Ayılar Öpsün Hepinizi

Aytun Aktan yazdı: Ayılar Öpsün Hepinizi

Çoğumuzun tecrübe ettiği yoldan öğrenmiştim sıcağın yakıcılığını. Çocukluğumun geçtiği soğuk Ankara kışlarında salona kömür sobası kurulurdu. Beni tüm cazibesi ile kendine dokunmaya çağırdığında öyle bir yanmıştım ki bugün bunu yazarken bile avuçlarım acıyor.

Yaz aylarının gelmesini sabırsızlıkla, sevinçle beklerdim. Son 4-5 yıldır ise içimdeki hâkim duygu; korku. Her bahar yürüğüm, koştuğum ormanlar yaz bitiğinde hâlâ tüm heybetiyle ayakta kalabilecek mi endişesinden kurtulamıyorum. Aslında son yıllarda gördüğüm her güzelliğe, canlıya son kez bakar gibiyim. Üstelik bir sonraki karşılaşmamız ertesi gün kadar çabuk da gelebilir, mevsimler ya da seneler sonra da. Bu bozulmuş ruh halim bir çoğunuza tanıdık gelmiştir diye umuyorum.

Bodrum’dan yola çıktığımızda ilk işimiz bir aydır ayrı kaldığımız köpeğimiz Dino’yu almaktı. Buluşma için bize gönderilen adresi yol tarifi uygulamasından açtık. Tabi araba ile seyir halindeyken yardımcı kaptanınız yanlışlıkla yürüme yolu tarifini açarsa belki de asla geçmeyeceğiniz yollara girmeniz kaçınılmaz hale gelir. Bu iyi niyetli yanlışlıktan habersiz ilerlerken yollar patikaya dönünce içimdeki Polyanna ‘‘Buradan geçmemizin mutlaka bir sebebi vardır; görmemiz gereken bir şeyler belki ya da bizi diğer yolda olabilecek olumsuzluklardan sakınan nedenler, kim bilir?’’ dedi. Henüz bunu düşünürken 15-20 kilometrelik mesafe için yol tarifinin sekiz saat süre biçtiğinden habersizdim. Neyse lafı uzatmayayım artarda mezarlıklardan geçtik ve umarım görmemiz gereken bu değildir derken fena bir manzaranın içine düştük. Geçen yaz yanan bir çam ormanı ve zeytinliklerin ortasına geldik bir anda. Orman mezarlığıydı burası. Toprak hala gri, kül rengindeydi. Uzaktan yanmış, küle dönmüş ormanlar görmüştüm ama gerçeğinin içindeyken etkisi bambaşkaydı.

Öylece geçip gidemezdik. Bir yıl önce çayır cayır yanarken belki de haberlerde izlediğim bu orman beni içine çağırdı; ‘‘bizi sessizliğimizde tekrar dinle’’ dedi. Efsunlanmış gibi ayak bastım toprağına ve konuşmaya başladık.

‘‘Ağaç akrabalarınızla iyi arkadaşım ama ilk defa kavrulmuş, simsiyah gövdelerinizle ayakta görüyorum sizi. Yemyeşil iğneleriniz kuruyup toprağı örttüğünde, kahverengi kozalaklarınızla, çıtır çıtır seslerle aranızda yürümeye, gölgenizde serinlemeye doyamam.

Gün ışığıyla başlayan cırcır böcekleriniz bazen solodan koroya geçer, aman derim şu hava bir kararsa da bu cancağazlar da dinlense artık. Şu an ki sessizliğiniz bu dileğimin yanlış anlaşıldığını söylüyor bana. Bu arada ortalık karardığında işleyen yaban hayatı kurallarınızdan da çekinirim. Kuşundan, böceğine, arısına, keçiden, domuzuna, ceylanına, atına, tavşanına, tilkisine, yılanına… neredeler evinizin gerçek sahipleri? Siz gibi yandı mı hepsi? Kimse geri dönmedi mi yanınıza?’’

Öyle acı verici ki bu kilometrelerce devam eden gri, siyah ve kahverengilik, gözlerim karınca, kertenkele arıyor mesela; yok! Kuş, arı, sinek sesi duyar mıyım diye ortamı dinliyorum; çıt yok!

‘‘İlk alevleri gördüğünüzde korktunuz mu? Canınız çok acıdı mı? Ben sıcak çay bardağı bile tutamam da. Üzerinizde yaşayan, toprağı beraber paylaştıklarınız, onlar çok bağırdı mı? Peki kaplumbağalar, yavaşlar diye biliriz onları, ya yavrusu olan anne hayvanlar, onlar kaçabildiler mi? Burada yaban domuzları çokmuş, hatta sitelere girip, çöpleri deviriyorlar diye kızıyorlar Bodrum taraflarında. Dağın başında yazlık ev alıp sonra domuzdan hesap sormak da ne bileyim, ‘‘insanlığımıza!’’ versinler artık. Onlar nereye sığındılar? Hızlı koşup kaçabilenler, başka bir yangına kadar diğer ormanlara mı göçtü? Köklerinizle toprağa bağlı olmak siz ağaçların cezası, laneti sanki. Bu ülkede duyarlı insan olarak yaşamak da öyle inan bana orman. Ne kadar bağlıysak, terk etmiyorsak topraklarımızı cezamızı kesiyorlar, her gün, her
direnişimizde bin pişman ediyorlar bizi.’’

Sohbet uzadıkça konuyu dağıtmak gibi bir huyum vardır. Yaslı, yaralı ormana bunu yapmamak için ileriye doğru biraz daha yürüyorum. Bir umut küllerin arasında, terk edilmiş bu topraklarda yeşil bir fide, bir çiçek bulur da romantik bir iki cümle kurarım belki diye.

Maalesef buraya varmadan önünden geçtiğimiz mezarlıklar, mermerlerine rağmen bu yangın geçirmiş ormandan daha yeşiller.

‘‘Siz yanarak öldünüz ya Akbelen diye bir yer var buraya çok uzak değil, biraz ilerinizde. İnanmazsınız oradaki ağaçları canlı canlı kesiyorlar. Testerelerin sesi kulaklarımızı sağır ediyor. Dostlarınızı korumak için direnen biz gibileri tazyikli suyla terbiye edip, altımıza edelim diye tuvaletlere sokmuyorlar. Ama kusura bakmayın da sizin ağaç arkadaşlarınız da nerede orman olacağını bilememişler; ‘‘çoookkk değerli bilmem ne madeni’’ üzerinde yeşermişler, hadsizlik yani. Bu arada biz dediğimiz de terbiyecilerimiz de ‘‘insan!’’ Şaşırdın mı orman kardeş? Çok fena ters köşelerimiz vardır, bu ne ki!

Ben sana kaç yaşında olduğunu da sormadım ama biraz ileride kendini koruyabilmiş ya da söndürmenin başarılı olduğu sınırdaki canlı ağaçlara bakılırsa epey var yaşın. En az üç, dört kuşak insan büyütmüşsündür civarında. O dost bildiklerinin bir kısmı da senin büyüdüğün yerlerde tarım yapmak için kıyıyor sana. Ne kötülük ettiysen bizim bilmediğimiz, aklımızın ermediği yıllardır seninle yenişemedi insan mahlukatı. Derinlerinin tekinsizliğinden mi korkuyor, yüz yıllarca bir arada yaşayabilmeni mi çekemiyor, bilemem.’’

Biraz ileride yanmış koca bir zeytinlik var. Ah be zeytin ağacı ‘ölmez ağaç’ bildik seni ama yanmaz değildin tabii. Çekirdeğin yense onu da yutacağım öyle kıymetlisin benim için. Ve işte yaşlısı genci yüzlerce zeytin ağacı yanmış, öylece bakakalıyorum onlara. Bu sene Milas bölgesindeki zeytin ağaçları baharda çiçeklenmesine rağmen meyvesini bizden sakındı.

Küresel iklim krizinin sonucu gelen kuraklık kısmı mı onu küstüren yoksa çevresinde olup biten ağaç katliamları mı bilinmez. ‘‘…Öylesine ciddiye alacaksın ki yasamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından...’’ diyen Nazım Hikmet Ran, gün gelecek dünya mirası zeytin ağaçlarını dahi kesip, yakacağımızı bilsen… Orman mezarından çıktığımızda ardımızdan yanan ağaçların, hayvanların havada asılı kalan çığlıkları, uğultuları geliyordu sanki. Yolumuz uzundu, bir süre kendi aramızda konuşamadık, dünyaya gene mahcuptuk. Sonrasında Dino’ya kavuşmak, onun ölçüsüz sevgisi bizi biraz olsun kendimize getirdi.

Ege kıyılarından kuzeye doğru ilerliyorduk, yorulmuştuk. Ormanlara geldiğimizde Çanakkale’ye vardığımızı anladık, heybetli kilometrelerce süren ağaç okyanusu bize gelsene dedi. Mola verdik, içimize çektik mis gibi havasını. Ağaçlara sarılmayı, onlara sırtımı dayamayı adet edinmişimdir çocukluğumdan beri. Sarıldım bir tanesine kabuklarından içeri fısıldadım ‘‘buraya gelmeden yanmış bir ormandan geçtik, sizleri koruyacağımıza dair onlara söz verdim’’ dedim.

Ardından bir kaplumbağa çıktı karşımıza, Dino için tanımlanamaz bu yaratık, bizim için tavşandan daha akıllı yaşam felsefesi olan çocukluk dostumuzdu.

Ağaçların gölgesinde serinledik. Yola devam ettik. Gene içimde o tanıdık anksiyete, ‘‘ya yanarlarsa, yanmasınlar lütfen.’’ Meğer söz verirken vedalaşmışım o koca ormanla, tavşanla.

Adaya varışımızın üstünden sadece üç gün geçmişti Yunanistan’da komşu ormanlarımız yanarken Samothraki Adası’nı gölgeleyen dumanlar, Çanakkale ormanlarının dumanlarıyla karıştı birbirine. Güneş uzunca saatler Gökçeada’nın gökyüzünde dumanların gölgesinden çıkamadı. Kimi kendini bilmezler de herkesin canıyla uğraştığı sırada sosyal medyalarında yangına ve dumana gönül koymuşlardı. Şarapları ve peynirleri yalnız kalmıştı fotoğraflarında, güneş batımı için verdikleri paraları boşuna gitmişti.

Gerçekten sabrımızın sınırları sonsuz değil, nezaketimiz de bir yere kadar. Sizin kafalarınıza diyeceklerimi içimden saydım, bitti.

Çanakkale’deki orman yangını köyleri boşalttıracak, insanları evlerinden edecek kadar yakındı yaşama. Rüzgârın amansız estiği günlerde ateş önüne ne kattıysa yaktı, yakıyor.

Dünya yanıyor diye köşelerimize çekilebilir miyiz, buna da alışabilir miyiz, bu bir doğa olayı diyebilir miyiz bu katliamlara? Onca ağacın, hayvanın, insanın ahının altından nasıl kalkarız?

Gerçi o ahlar dağ oldu tepemizde ya.

Geçmiş senelerde yangınlar devam ederken ‘‘TOKİ ev yapacak, keşke bizim de evimiz yansaydı, ne güzel evler diyeceksiniz’’ diyeninden tutun da ‘‘yanan hayvanlarının yerine kelle sayımı ile tavuk, inek vereceğiz’’ diyenine kadar ne bakanlar geçti o koltuklardan. Yol, maden, havaalanı, otel, site yapmak için ağaç keseni, yakanıyla doldu taştı etrafımız. Terör saldırısı olarak orman yakanından, anızını rüzgârlı havada yakan şuursuz köylüsüne varana dek herkes düşman bu ağaçlara.

Ama bu arada en lüks konutlar ağaçlık alanlarda. Daha çok para etsin diye konutların satış ilanları ‘‘ormanın içinde, ormanın kıyısında’’ diye. Madenlerin sahibi olanlar sanmayın ki şehirde, beton ormanlarda yaşıyor, tercihleri doğanın içinde lüks konutlar. Al sana oksimoronun dibi. Hafta sonlarında ormanlarda ailecek piknik yapıp, etrafa her türden çöpünü bırakanı da gene bizim orta direk insangiller. Karikatürist Selçuk Erdem’in ‘‘ağacı sev, yeşili koru, ayıyı öp’’ sloganlı karikatürü artık ‘‘AYILAR ÖPSÜN HEPİNİZİ!’’

Bu hafta her rota şaştı, sanatın iyileştirici gücüne sığınalım derseniz hiç durmayın çıkın evden.

Bakarsın haftaya onu da yakarlar, yasaklarlar.

Türkiye Haberleri