DW Türkçe Ekonomi Uzmanı Uğur Gürses, 31 Mart yerel seçimi sonrasında olası ekonomik görünümü değerlendirdi. Tek başına ekonomik adımların yetmeyeceğini savunan Gürses, siyasetin de normalleşmesi gerektiğini düşünüyor.
Çarpıcı tespitlerde bulunan Gürses'in konuya ilişkin açıklamaları şöyle:
31 Mart’ta yerel seçimler yaklaşırken, herkesin aklında tek bir soru var; 1 Nisan günü ekonomide nasıl bir tablo ortaya çıkacak? Tablodan kastedilen, mevcut sorunlara temelden yaklaşan bir politika çerçevesi ortaya konulacak mı? Yoksa bugünkü “sürüş tarzı” devam mı edecek?
Ekonomik verilerin neredeyse tamamı Türkiye’nin sert bir ekonomik durgunluk içinde olduğunu söylerken, yüzde 20'li sevilerdeki enflasyon da hane halkının alım gücünü eritti. Ülkeye gelen döviz akışı ise geçmiştekine göre oldukça azaldı. Bu durum hem kredi yaratma kapasitesini düşürüyor hem de "devalüasyon-enflasyon” sarmalını devam ettirecek görünüyor.
Son 6 ayda yaşanan kur ve faiz şoku, üreticilerin üretim maliyetlerini yukarı itmiş durumda ve perakende fiyatların çok üzerinde seyrediyor. Üretici fiyatları endeksi eylül ayında ulaştığı zirve olan yüzde 46’lık yıllık artıştan ocak ayında yüzde 32.9’a gerileyebildi. Hane halkı talebi zayıflasa da üreticilerin maliyetleri perakende fiyatlamalara yansımaya devam ediyor.
Toplumun geniş bir kesimini en çok etkileyen, en büyük harcama kalemi gıdadaki sert fiyat yükselişi oldu. Özellikle Ocak’ta sebze fiyatlarındaki olağanüstü artış tepki yarattı. Hükümet ve bakanlar ise gıda fiyatlarındaki artışın “fırsatçılar, stokçular, spekülatörler” tarafından yükseltildiği temasını işliyorlar, bu algıyı güçlendirecek depo baskınları, yaygın fiyat kontrolleri yapılıyor.
Nisan zamları güldürmeyecek
Öyle ki; hükümet tavsiyesi ile yüzde 10'luk fiyat indirim kampanyaları, dayanıklı tüketim mallarına uygulanan vergilerin geçici olarak indirilmesi, kamu otoritelerince belirlenen elektrik, su, doğal gaz fiyatlarında indirimler ile genel enflasyon oranında kısmen düşük tablo sergilenebilse de 31 Mart seçimlerinden sonra yeniden bu vergilerin yükseleceği, fiyatların da yeniden yükseleceği biliniyor.
Ankara'da bakanlar tarafından hiç dile getirilmeyen unsur ise üretici maliyetlerinin artmış olması. Ki bu unsur hane halkına yansıyan enflasyon artışının en temel nedeni.
Kısa vadede ve yaygın bir etkisi olmayacağı bilinen çeşitli “kozmetik” kararlarla da “önlem alınıyor” beklentisi karşılanmaya çalışılıyor.
Ekonomik kriz yanında, bunu daha da belirsiz hale getiren başka bir unsur da ekonomi politikasının yönetim biçimine dair belirgin farklılaşma. Temmuz ayında “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine” geçişle birlikte oluşan yeni kabinenin Ekonomi ve Maliye Bakanı olarak atanan Berat Albayrak’ın, çeşitli "piyasa dışı önlemleri” ekonomi politikası araç seti içinde kullandığı görülüyor.
Kumanda ekonomisine kayış
Bir taraftan “kozmetik” önlemler açıklanırken, diğer taraftan örneğin enflasyonla mücadele adı altında, üretim maliyetleri artan ve bu yüzden zam yapan şirketlere Ankara’dan telefon açılıyor. Bu zammı geri almaları isteniyor. Sadece bir bakan yardımcısının “fiyat kontrolü” ile ilgilendiği, doğrudan şirket CEO’larını arayarak baskı yaptığı İstanbul’da profesyonel yöneticiler arasında dillendiriliyor.
Aynı biçimde bankalara da uygulayacakları mevduat ve kredi faizlerinin üst limiti dikte ediliyor. Sonra da kontrol ediliyor. Türkiye giderek, üretim ve fiyatlama kararlarının serbestçe alınabildiği “serbest pazar” koşullarından uzaklaşıp, “kumanda ekonomisine” doğru yol alıyor. Bu ise potansiyel olarak mevcut sorunların derinleşmesine yol açacak.
Tüm "kozmetik” önlemlerin seçimlere kadar bir ölçüde “göz boyama” şansı olsa da sorunların temeline inmeden, fiyat kontrolleri ile enflasyon, durgunluk ve ülkeye sermaye akışı konuları çözüme kavuşamayacak. Bugünden çok açık ki seçim sonrasında da ertelenen zamlar yapılacak, yapılan mevcut vergi indirimlerinin hepsi sona erecek.
IMF çeki garanti değil
1 Nisan gününe beklenen şu: Temel sorunlara kapsamlı bir politika çerçevesi ile Türkiye’ye sermaye akışını sağlayacak, batık krediler sorununa mekanizmalar kuracak ve bankaları serbestçe kredi verebilir hale getirecek, bir dış kaynak içeren ekonomi paketi. Bu paketin bir IMF paketi olabileceği beklenirken, geçen hafta hükümetçe sert biçimde reddedildi.
Madalyonun diğer yüzünde ise “bizi IMF’nin sağlayacağı bir mali paket kurtarır” diye bakanların hayal kırıklığı var. İşin doğrusu; Türkiye bugün IMF’ye gitse bile, 2001 koşullarındaki kadar kolay olmayacak. IMF yönetim kurulunda oturan üyelerin, talimat aldıkları kendi başkentlerinde daha fazla aşırı muhafazakâr, popülist ve hatta yabancı karşıtı politikaları destekleyen iktidarlar var. Büyük sayıların olduğu bir mali program çekini 2001’de olduğu gibi kolaylıkla imzalamayacaklardır.
Türkiye'nin ekonomik paketlerin de ötesinde bu krizden çıkabilmek için, bir potansiyel patikası var; o da siyasetin normalleşmesi, demokratik değerlere dönüş, hukukun üstünlüğünü tesis etmek. Bunlar, IMF’den sağlanacak paradan çok daha değerli ve yeni bir çıkış ve hikâye için yeterli.
Bu patikaya girilemezse uzun süreli, “L tipi” bir durgunluğun kollarında kalmak mümkün. Çünkü artık, içeride her sorunu halı altına süpürerek küresel bol likidite akışı ile yapılan eğlenceli sörflerin dönemi sona erdi.
1 Nisan sürprizini bakalım kim yapacak? Toplum mu? Siyaset kurumu mu?