İktidar yirmi yılda Türkiye’yi nereye getirdi?

AK Parti, bundan tam 20 yıl önce, 3 Kasım 2002 seçimlerini kazanarak tek başına iktidar oldu.

Tek başına iktidarını 20 yıldır aralıksız sürdürüyor.

Bu süre cumhuriyet tarihinde bir rekor.

Tek partili dönemde Atatürk ömrü yetmediği için aralıksız 15 yıl, İkinci Adam İsmet İnönü de 12 yıl ülkeyi yönettiler.

AK Parti Lideri Tayyip Erdoğan ise Türkiye’yi 20 yıldır başbakan ve cumhurbaşkanı olarak yönetti. Yönetmeye devam ediyor.

AK Parti iktidarında demokratik, laik, sosyal hukuk devleti olan Türkiye nereye geldi?

Laikliği içselleştirmiş, daha demokratik, daha özgürlükçü, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı, sosyal devlet yönü gelişmiş, refahı artmış, dengeli bir gelir dağılımına sahip bir ülke haline geldi mi?

Türkiye’nin bugün geldiği yere bakıldığında bu sorulara “evet” yanıtını vermek mümkün değil.

Türkiye AK Parti iktidarında bu alanlarda ve bu niteliklerinde çok ciddi biçimde geriye gitti.

AK Parti iktidarının ilk döneminde hedefini gizleyerek yol aldı.

İktidarının ilk dönemi olan 2002-2007 arasında İslamcı hedeflerini öteleyerek mevcut düzenle uyum içinde çalışmayı önceledi.

Başbakan Tayyip Erdoğan, “Milli Görüş gömleğini” çıkardığını açıkladı.

Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyeliği hedeflediklerini ilan etti. AK Parti, özgürlükçü, demokrat bir parti görünümü çizdi.

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve yüksek yargıyla çatışmaya girmekten kaçındı. Yüksek Askeri Şura’da ordudan atılmalara şerh koymakla yetindi.

Başbakan Ecevit’in başlattığı AB reformlarını sürdürdü. Yine Ecevit hükümetinden devraldığı ekonomi programını aynen uyguladı. TRT’nin bir kanalını Kürtçe yayına ayırdı. DEHAP ve HADEP yöneticileri hakkındaki davaları düşürdü. Devlet Güvenlik Mahkemelerini kaldırdı.

AK Parti iktidarının bu politikalarını AB, 3 Ekim 2005 günü Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini başlatarak ödüllendirdi. Türkiye-AB ilişkileri olumlu yönde, yeni bir aşamaya geldi. Aralık 2005’de Avrupa Konseyi Türkiye için yeni katılım ortaklığı belgesini kabul etti.

AK Parti, iktidarının ilk dönemindeki bu politikasıyla iç ve dış kamuoyunda desteğini ve meşruiyetini güçlendirdi.

İç politikada liberal ve eski solcu yazarların ve diğer aydınların desteğini aldı. Yurtdışında ise AB ülkelerinin desteğini almayı başardı ve iktidara yerleşti.

AK Parti, varlığını sürdürmenin ve İslamcı ideolojisini hayata geçirmenin önünde “askeri vesayet” olarak tanımladığı üçlü bir engel görüyordu; TSK, cumhurbaşkanı ve yüksek yargı.

AK Parti kendini güvende hissetmiyordu. Üçlü vesayet mekanizması tarafından kapatılmaktan korkuyordu. Varlığını sürdürmesi ve siyasal İslamcı ideolojisini hayata geçirmesi için üçlü vesayeti yıkması gerekiyordu. Daha sonra FETÖ (Fetullahçı Terör Örgütü veya Fetullah Gülen Terör Örgütü) olarak anılacak olan Gülen Cemaati ile işbirliği ve ABD’nin desteğiyle bunu başardı.

Bu yönde adım atma fırsatını 2007 yılında AK Parti’nin ilk Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesinin Meclis’te 367 skandalıyla önlenmesi sırasında yakaladı. Hemen erken seçim kararı aldı, seçimlerden daha güçlü çıktı ve MHP’nin Meclis Genel Kurulu’na katılmasıyla 367 engeli aşıldı. Gül cumhurbaşkanı seçildi. Böylece üçlü vesayetin bir ayağı kırıldı.

Aynı yıl TSK ayağını kırmak üzere düğmeye bastı. 2007 yılında Gülenci emniyet mensupları, savcılar, yargıçlar aracılığıyla açılan Ergenekon ve 2010 yılında açılan Balyoz davalarıyla TSK’daki Atatürkçü komuta heyeti, generaller ve amiraller tasfiye edildi. Yerlerine FETÖ’cü subaylar terfi ettirilerek atandı. Üçlü vesayetin ikinci ayağı da böylece kırıldı.

Üçüncü ayağı oluşturan yüksek yargı ise anayasanın referandumla değiştirilmesi sonucu kırıldı. Hakimler Savcılar Kurulu (HSK) başta olmak üzere yüksek yargı organlarının üyeliklerine FETÖ bağlantılı isimler atandı. Böylece üçüncü ayak da kırılmış oldu.

Üçlü vesayet yıkıldı ve bu vesayeti oluşturan Cumhurbaşkanlığı görevini önce Abdullah Gül ardından Tayyip Erdoğan devraldı. TSK ve yüksek yargı da iktidarın hakim olduğu kurumlara dönüştürüldü.

15 Temmuz 2016’da ABD’nin koruması altındaki FETÖ’nün askeri darbe yapmaya kalkışmasından sonra ise Türkiye Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP’nin AK Parti’yi desteklemesiyle yeniden anayasa değişikliğine gitti. 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan tartışmalı bir referandumla Türkiye Cumhurbaşkanlığı-hükümet sistemine geçti.

Bu sistemde yürütme organının (hükümet) bütün yetkileri tek başına Cumhurbaşkanı’na verildi. Meclis’in yetkileri ve denetim görevi kısıtlandı. Yargı siyasi davalarda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın istediği yönde kararlar almaya başladı. Anayasadaki denge-denetleme kurumlarının, bağımsız olması gereken kurumların içi boşaltılıp işlevsiz kılındı ve bütün kurumlar için kararları fiilen Cumhurbaşkanı Erdoğan vermeye başladı.

Anayasada Türkiye Cumhuriyeti’nin “demokratik, laik sosyal hukuk devleti” olduğu hükmü yer almaya devam etti ancak fiilen devletin bu nitelikleri rafa kaldırıldı.

Türkiye demokrasiden hızla uzaklaştı, anayasal özgürlükler, basın özgürlüğü, laik devlet yapısı büyük ölçüde ortadan kalktı. Üçlü vesayet yerine tekli vesayet geldi ve laik devlet fiilen dönüştü.

Bu yapı içinde Türkiye, kişi hak ve özgürlükleri, basın özgürlüğü, demokratik denetim, bağımsız yargı konularında dünyanın en kötü karnesine sahip ülkelerden biri haline geldi.

Şimdi çıkardığı ağır sansür yasasıyla, CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu, uyuşturucu konusunda yaptığı eleştiriler nedeniyle “halkı yanıltıcı bilgiyi yaymak” gibi iktidarın belirlediği bir suçla yargılamak için harekete geçmiş durumda.

Türkiye’nin geldiği yer burası.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fikret Bila Arşivi